1. eymen diye bir isim varmış,biliyorsunuzdur, popüler oldu birkaç yıldır. yetişkinine rastlamadım henüz, ufak oğlanlarda duyuyorum hep. her duyduğumda istem dışı şöyle bir an yaşıyorum içimden :

    annesi / babası : eymeen,gel hadi gidiyoruz, eymeen!

    multi : eeeymeen,eeeymeen,eeeymeen / teyk mi dı çörç / ayl vörşip layk e dag et dı şrayn ov yor layz... (bkz: hozier - take me the church)

    tamam vurmayın,öldüm.
  2. back to the future serisini hiç izlemedim. adı geçen ortamlarda "hea biliyom, meşhurdur o film yea" artistliği yapıyorum, serde ukalalık var çünkü ama foyam ortaya çıkacak bir gün. korku içinde itin götüne gireceğim anı bekliyorum.
  3. "bir mumdur iki mumdur" türküsü, sözleri ve müziğinin ritmi itibariyle neşeli bir türkü olmasına rağmen, ne zaman duysam beni hüzünlendiren bir türkü olmuştur. en çok da "bu ne güzel düğündür" dizesinde içlenirim. aklımda hep davullu zurnalı, neşeli bir düğündeyken, aklına kendi yalnızlığı, sanki kendi düğününün hiç olamayacağı gelen bir konuğun, mahzun bir halde eğlenceyi izleyip iç çektiği ve garson, karton bardağına asitli, ılık, sarı "bir bade" doldururken, kendine bile duyuramadığı bir sesle bu dizeyi söylediği bir sahne canlanır, burnumun direği sızlar.

    "bu ne güzel düğündür ha ninna..."
  4. ilhan irem'i çok seviyorum. çok ama çok, çok seviyorum. bunun neresi itiraf ben de anlamadım ama olur ya, günün birinde okusun isterdim bunu, itiraf şeysi bir miktar bu dilek olabilir. evet sevgili ilhan irem, sizi çok, pek çok seviyorum. ömrünüz uzun ve sıhhat dolu olsun.

    bildiğin ilhan-ı aşk gibi oldu yalnız, hehe.
  5. dünyaya kırgınım.
  6. beyaz ışıktan tiksiniyorum. nefret ediyorum beyaz ışıktan. çaresiz hastalığa yakalansın istiyorum, yüzde 10 barajını geçemesin istiyorum. tanısız depresif semptomlarım var; distimik miyim, kronik miyim (ikisi aynı şey de olabilir unuttum), majör müyüm, burhan çaçan mıyım bilmiyorum ama bu beyaz ışık bende ne maraz varsa şiddetlendirip tokatlıyor. günün birinde kendime ait bir yaşam alanım olursa mum yakıcam, gaz lambası yakıcam, gerekirse gönül gözümü açıp ışık yakmıycam ama beyaz ışık kullanmıycam kenefte bile. boşanıcam senden beyaz ışık.
  7. 17 yaşındayken bir şiir yazdım. tam on yıl önce. o zamanlar izlediğim bir dizide, yalnızca enstrümantal olarak çalınan romantik bir müziğin üzerine güfte olsun diye yazdım, müzik çok hoşuma gitmişti çünkü. ondan önce de çok şiir yazmıştım, sonrasında da kısa bir süre yazdım, ancak hiçbir şiirimi bunun kadar sevmedim, okuttuğum herkes de benimle aynı düşüncedeydi.

    ben hep sinema sahnesi gibi, dokunaklı bir roman girişi gibi bir hikayesi olsun istemiştim bu şiirin. "o melodiyi duyduğum ilk anda verandadaki salıncağıma kurulmuş, serin akşam rüzgarının terin boğazıma yapıştırdığı saçlarımı tel tel uçurmasına bırakmıştım kendimi... müzik görünmez kollarıyla beni kaldırdı aniden. öyle acele ediyordum ki zihnime doluşan dizeleri kaybetmemek için, kedim arnold'ın kuyruğuna bastığımı ancak bacağıma sağlam bir tırmık yediğimde fark edebildim..." diyebilmek, bu şiiri böyle yazabilmiş olmak isterdim. ama olmadı. soran herkesten sakladım, bazen sustum, ehe mehe dedim. kendime kızdım. ulan dedim, şiir bu dedim. iddia kuponu mu dedim. hiç mi estetik kaygın yok senin haayt dummkopf! dedim. ama yetti canıma! artık saklamak istemiyorum...

    ben o şiiri kenefte yazdım. klozetli bile değil; baya gara beton alaturka ayakyolunda yazdım. çöndüğüm yerde, çöğdürdüğüm yerde geldi ilham. sen ne münasebetsiz, ne izansız, destursuz hissin, çıgit lavabonun önünde bekle diyemedim. lacivert maşrapaya baka baka sözlü geleneğin izinde yazdım o şiiri...

    ilhamla paranın nerdeyken geleceği belli olmuyor doslar. nolur gınamayın...
  8. kendi tabiatımla ve karakterimle bir erkek tavus kuşu olsaydım, sanıyorum kendimi asla gösteremez, hiçbir dişime kur yapamaz, hiçbiriyle çiftleşemezdim (şimdi dişiyken ve insanken başarıdan başarıya, bir aşktan bir aşka koşuyorum, garyoleden garyoleye atlıyorum çünkü, tavus kuşunun erkeği olmadığıma şükrettiğim bir entry yazacak kadar işsiz değilim yoksa, ne ilgisi var aa...).

    kuyruğumun dev bir yelpaze misali görkemle açılması, hiçbir insanın kendi eliyle meydana getirmesinin mümkün olmayacağı ölçüde ahenkli, parlak, dişiye ısrarla "gel gülüm gel / gel nazlım gel / gel ey gel ey..." daveti yapan renklerle ve şekillerle bezeli olması, kapadığımda bile arkamdan gösterişsiz ancak iddialı bir red carpet tasarımının kuyruğu gibi hafifçe sürünerek, zerafetle geliyor olması benim için zerre-i miskal kadar önem arz etmezdi, buna eminim. başka türlerden eş dost kuşlar "olum manyak kuyruğun var lan, nie açmion anasını satiym, biz bi tanesini düşürelim die kırk takla atalım, -bunu diyen güvercinmiş meğersem- herif kuyruğunu açmıyo, açsa da cıvırlardan uzak yerde sallıo, sen nası bi fotorafsın, ipne misin ben anlamadım ki hacı cavcav..." diye üzerime gelir olduklarında "ya yok ya, kuyruk işte, hem senin paçan benim kuyruğumdan güzel, senin de ibiğin çok şekil, benim kuyruk o kadar da şey değil şimdi, neyse sitredin kuyruğu falan, akşama rakı - darı yapıyoz di mi len, ehe he..." deyip geçiştirirdim hep yaptığım gibi muhtemelen.

    o zaman da, bana bahşedilmiş iyi bir şeyi kendimi yahut soyumu ileri götürmek için gönül rahatlığıyla kullanmayı, bununla azıcık da olsa övünmeyi, şımarmayı, yanı sıra bu şeyi daha iyi bir şey yapabilmek için gayret etmeyi ve uğraşmayı geçtim; biri hakkımda pozitif, yüceltici, bir şey söylediği anda "ya yok, bence ben o kadar değilimdir. yani tüm yaptıklarım, ortaya çıkardıklarım bile yanılsama olabilir, tesadüfen öyle iyi olmuşlardır, yoksa ben çok da parlak sayılmam. evet, evet, ben değilim bence o, o kuyruk benim değil." diyerek ve aynen de böyle düşünerek söyleyeni söylediğine pişman eder, şüphenin şüphesizliğine teslim olur, kendimi ve yarınımı kurutmaya hiç istifimi bozmadan biteviye devam ederdim.

    iyi ki erkek tavus kuşu değilim lan. insan üremese de olur yani ama tavus kuşları çok güzeller. onlar bu kıyımı hak etmiyor. bu entry de çiftleşme üzerine değildi amma siz anlamışsınızdır, şimdi derleyip toplayamadım ben de.

    heyirli sebehler.
  9. katı olan her şey tuhaflaşıyor.
  10. bazen rüyamda, daha doğrusu uyku hâlinde ama bilincimin henüz yerinde olduğu anlarda -muhtemelen- daha evvel duyulmamış, çok ama çok güzel melodiler çalıyor kulağımda. basbayağı duyuyorum, öyle temiz, öyle hoş geliyor ki sesler... sabah olunca unutmayayım istiyorum, uykunun içinde bile bu arzumun farkında oluyorum. "keşke sesi nazik bir enstrümanı şöyle layıkıyla çalabiliyor olsam ve o belirsiz uyku göklerinden pıtır pıtır kulağıma damlayan sesleri hemen kaydedebilsem..." diyorum. oysa ben bir tek helvacıoğlu blok flüt çalabiliyorum. yine azmeder, çalarım, maksat kemiksiz kılçıksız beste telef olmasın. ama o saatte, kör karanlıkta flüte ilk notayı üflediğim anda yaşanacak sahneyi görüyorum ben:

    ev ahalisi sur'a üflenmiş gibi korku ve dehşet içinde panikle uyanıyor, haşa huzurdan münasebetsizin israfil değil de ben olduğumu görüyor, gözler yarı açık kaşınan göbekler, cık cıklar, "ya sabır allahım..." örtük ültimatomuyla yatağa giriyorum. "neyime..." diye ağlıyorum, elimde flüt temizleme çubuğuyla... "neyime benim schubert olmak... bana mı kalmıştı chick corea olmak..." hık hık diye iç vura vura uykuya dalıyorum yeniden. sonra yine başlıyor müzik, ram pam pam, ram pam pam...

    yoo müzik yoo... yapamam, o flüte dokunamam. anam dişlerimi yakar, buna izin veremem...